İNTERMEZZO

Herşey geçiştir. Herşey geçicidir. Yaşamın melodileri ara nağmeleriyle birbirine bağlanır. Yaşam bazen bağlantılarda gizlidir.

Sonntag, 25. April 2010

Köln'e Seyahat ve Yaşasın Teknik!


Evliya Çelebi ne demiş?

“Seyahat ya Resulallah!”

Ama aslında “Şefaat ya Resulallah” demek istemiş. “Seyahatname” sinde anlattığı gibi, bir gece rüyasında Hz. Muhammed’i görmüş ve ondan şefaat dilemek isterken, dili sürçünce, ortaya bu dilek çıkmış. Hz. Muhammed de anlaşılan onun bu isteğini yerine getirince, Evliya Çelebi zamanının en ünlü seyyahı olmuş.

Her birimizin içinde bir Evliya Çelebi yatmaz mı aslında? Gündelik işlerin, yaşamın monoton gidişatının içinden ara sıra başını kaldırıp, ille de başka diyarlara gitme, başka ülkeleri görme, başka insanları gözlemleme, başka manzaralara hayran olma arzusunu haykıran?

Bu arzu böylesine şahlanınca da, ne yapıp edip, bir yolunu bulup, bir yerlere gitme fırsatı yaratmaz mıyız? Bazen çok yakın da olsa, ille de bir değişiklik gerekmez mi? Tebdil-i mekanda ferahlık vardır diye boşuna mı söylemiş büyüklerimiz?

Benim “Evliya Çelebi”m de kışın geçmesini, havaların bahara dönüşmesini bile bekleyemedi bu sene. Ağaçlar daha yeni tomurcuklanırken düştük yollara.



Ren nehrine paralel kuzeye giden otobanlar üzerinde biz de kuzey rotasını tutturduk. Almanya ve Fransa topraklarında, özellikle büyük şehirlere yaklaşırken örümcek ağı görüntüsüne bürünen otobanlarda, doğru yolu bulmak hiç kolay değil. Ama bu sefer önemli bir yardımcımız var yanımızda. Sakin, kararlı, hafif emreden bir tonda, ne tarafa gideceğimizi bize dikte eden bir kadın sesi. (Neden aslında bir kadın sesi?) İnsan merak etmekten kendisini alamıyor, genç mi, yaşlı mı, güzel mi ve daha da önemlisi yanlış yola saptığımızı nereden biliyor?

Ses:“800 metre sonra, sağdaki ilk çıkışta Kennedy caddesine sapın.”
Eşim: “ Kaç metre dedi?”
Ben: “800 dedi ama şimdi 600 oldu”
Eşim: “Gelen çıkışı mı alacağım?”
Ben: “Zannederim. Mor çizgi bunu gösteriyor.”
Ses: “ Sağdaki ilk çıkışta Kennedy caddesine sapın.”
Eşim:” Hangisi birinci mi, ikinci mi Kennedy caddesi?”
Ben: “?????”
Eşim: “Tamam sapıyorum.”
Ben: “ Yok yok, mor çizgi devam ediyor ama, sapma!”
Eşim: “İyi, devam edeyim o zaman.”
Ben: “ Gene olmadı, mor çizgi sağa saptı, biz düz gittik.”
Eşim: “! X XXX ££ && QQQ!!!!”
Ses: “ Yeni hesaplama yapılıyor. Şimdi 15 kilometre devam edin ve sol şeride girin.”

(Sizinki de böyle cümleler mi kuruyor bilemem, ben Almanca’dan tercüme ediyorum.)

Aşağı yukarı bu minval üzere geçen yolculuğumuzun ikinci gününde biz Navigasyon aletine, alet de bize biraz alışmış olarak nihayet Köln’e varıyoruz. Köln’e varıyoruz varmaya da, yerleşeceğimiz oteli bulmak biraz sorun çıkarıyor.

Ses: “Soldaki şeride girip, 2 kilometre gidin, sonra sağdaki çıkıştan Frankfurter caddesine sapın.”
Ben:” Aa, ne kolay oldu, otel bu cadde üzerinde.”
Ses:” 700 metre ilerleyin, hedefiniz sağda, cadde üzerinde.”

700 metre gittikten sonra cadde ortasında duruyoruz. Sağda apartmanlar, solda benzinci, sonra bir süper market ama uzaktan yakından otele benzer hiçbir şey yok ortalıkta.

Ses: Hedef sağda!

Ben eşime, eşim bana bakıyor. Sağdaki apartmanın girişinde oynayan çocuklar da bize. Şaşkın şaşkın bakınarak yola devam ediyoruz. Acaba biz mi kör olduk?

Ses: “Yeni hesaplama yapılıyor. Şimdi 5 kilometre devam edin, sonra sola sapın.”

Otoriter hanımın dediklerini harfiyen yerine getirdiğimiz halde, çeşitli caddelerde dolap beygiri gibi dönüp dolaşıyor ama otelin izine bile rastlayamıyoruz.

Eşim: “!!!!XXXXXXQQQ!!! Nerede bu Allahın cezası otel???”
Ben: “Acaba bizim rezervasyondan sonra taşındılar mı?”
Eşim: “Olur mu öyle şey?”
Ses: “ Yeni hesaplama yapılıyor. 12 kilometre devam edin ve...”

Sonuçta, ayni bölgede defalarca daire çizdiğimizi anlıyor, pes ederek otel resepsiyonuna telefon ediyor ve meseleyi öğreniyoruz. Meğerse otelin bulunduğu cadde hem Köln belediyesine hem de komşu belediye Porz’a ait göründüğünden, bazı Navigasyon aletleri Satelitten çelişkili bilgiler alıyor ve otelin yeri konusunda şaşkınlığa düşüyorlarmış!

Köln içinde bizim şaşkın “Navi” yi daha da şaşırtmamak için otelde bırakıyor ve şehri otobüs ve banliyö treni ile keşfetmeye karar veriyoruz.

Hiç de iyi etmiyoruz. Çünkü bu şehirdeki banliyö sistemini anlayıp doğru kullanabilmenin ayrı bir tahsil gerektirdiğini, ilk günün akşamı otele geri dönmek istediğimizde farkediyoruz. Örneğin bizim otelin bulunduğu semtle şehir arasında işleyen banliyö hattının numarası S12. İyi işte bin de git değil mi? Değil, çünkü ayni numara daha başka bir sürü semte daha gidiyor. Doğru trene binmek için, yalnız hat numarasını değil, son istasyonun adını da bilmek gerekiyor. Bu da yetmiyor, çünkü bazı trenler son istasyona kadar gitmiyor, o zaman da bir sürü ara istasyonun isimlerini bilmek gerek. Nihayet dönüşümüzden bir gün önce, kaybolmadan dolaşabilecek kadar öğrenmiş oluyoruz banliyö sistemini.

Bir şehri başka bir şehirden ayıran şeyler nelerdir?

Mimarisi? Coğrafi konumu? Alameti farikası? İnsanları? Gürültüleri? Kokuları?

Yerine göre bunlardan biri veya hepsi olabilir. Köln’ü Köln yapan şey de hiç şüphesiz ki o muhteşem katedrali.

Alış veriş caddesi Hohe strasse’den ünlü Roncalli meydanına doğru yürüdüğünüzde, birden tam karşınıza müthiş bir ihtişamla Everest dağı gibi dikiliyor katedral. Zaten şehre hangi yönden girerseniz girin, ister trenle demiryolu köprüsünden, ister gemiyle Ren üzerinden, katedral şehrin tam ortasında, tüm gelenleri şiddetle kendisine çeken bir mıknatıs gibi yükseliyor. Yapımına 1248 de başlanan katedral ancak 1880 de bitirilebilmiş. 157 metrelik yüksekliği ile dünyanın en büyük ve muhteşem gotik yapısı, benzersiz renkli camları ile en etkileyici kiliselerinden biri.

Ve katedralin çevresi günün her saatinde insan kaynıyor. Her dilden, her milletten insan. Katedralin karşısından yirmi dakikada bir kalkan iki katlı otobüsler ve küçük trenler, dünyanın her yanından gelen ve aslında dünyanın her yerinde bolca bulunan turist denen özel bir insan türünü şehir turuna çıkarıyorlar. Bu türün en bilinen özelliği de, hemen her birinin ellerindeki avuç içi kadar bir digital foto makinesinin tırnak ucu kadar deklanşörüne, yerli yersiz durmadan basmaları. Bu arada Almanlar başka milletleri örnek alarak şehirlerine orjinalite katabileceklerini de, taksi ve otobüsler yanında turistlere hizmet veren “Rikscha” larla ortaya koyuyorlar. Uzak doğuda insanların bizzat çektiği bu ulaşma aracını burada, önde oturan “şöför” pedallarla idare ediyor.

Köln ayrıca birbirinden güzel 13 romanesk kilisesi, müzeleri, Ren kıyısındaki eski şehri ile de görülmeye değer. İkinci Dünya Savaşında bu şehir müttefiklerin hava bombardımanlarıyla yerle bir edildiğinden, eski yapılar önceki haline uygun biçimde yeniden inşa edilmiş. Bu yüzden de şehirde, Ortaçağ ve gotik mimarisi ile ultra modernin kucak kucağa olmasından doğan tamamen kendine has bir tezatlar atmosferi solunuyor. Bu özellik hemen bütün Alman büyük şehirlerinde de var ama burada çok daha kesif algılanıyor.

Köln, kocaman bir semt oluşturan fuar binaları ile de Avrupa’nın en eski fuar şehirlerinden. Tarihi ise Roma’ya dayanıyor. Köln Roma İmparatorluğunun en kuzeydeki kalelerinden biriymiş. Şehir eski Roma kalıntıları üzerine inşa edildiğinden, çevrede yapılan kazılarda bulunan Roma arkeolojik mirasının örneklerinden oluşan devasa bir müze de var.

Yemek konusunda da, karnınızı ayaküstü doyuracağınız bilinen fast food zincirlerinden, en pahalı gurme restoranlarına kadar her türlü seçeneği sunuyor şehir. Benim en hoşuma giden, tam katedral karşısındaki Jugendstil cafe “Reichard” oldu. Almanlar pasta konusunda Fransızlar, İsviçre ve Avusturyalılar kadar usta değiller ama bu kahvede Almanya’da yediğim en güzel “Streuselkirschkuchen” (kirazlı pasta) vardı ve onun tadını konyaklı bir “Rüdesheimerkaffee” eşliğinde çıkarmak nefis oldu.

Köln’de ayrıca bir de çukulata müzesi var. Kendime hakim olamayıp müzede sergilenen eserleri yemeye başlarım da başımı derde sokarım endişesiyle içeriye girmedim.

Bir başka atraksiyon da, insanları, Köln içinden geçerken neredeyse bir göl kadar genişleyen Ren nehri üzerinden, bir kıyıdan ötekine geçiren teleferik. Yükseklik korkusu olmayanlar için heyecanlı bir deneme.

Köln çevresinde de dolaşıp Alman eski başkenti Bonn, Brühl ve Schloss Augustusburg’u da gördük. Altı günün sonunda yeniden arabamıza yerleştiğimizde, yürümekten sızlayan ayaklarımız ve izlenimlerle tıka basa dolmuş yorgun zihnimiz, eve dönmenin tam zamanı olduğunun açık belirtisiydiler.

Sakin, kararlı ve hafif emreden tondaki sevimli kadın sesi almıştı şimdi idareyi tekrar eline:

“500 metre ileriden sol şeride geçin. 1,5 kilometre sonra sağdaki çıkıştan A65 e girin ve sağda devam edin!”

“Lütfen” demiş miydi, yorgunluktan tam anlamadım galiba.

2 Kommentare:

  1. Güzeldi...
    İmrendim doğrusu.
    Ben de ne zamandır İspanya sayıklayıp duruyorum.
    El Hamra sarayına taktım kafayı...
    Bakalım yaza nasip olacak mı gitmek?

    AntwortenLöschen
  2. Hoşgeldiniz Hasan bey, ben bu sene leyleği havada gördüm. Gezip gezip yazacağım.:)Aslında kedimin ölümünden sonra evden kaçma isteği de var işin içinde. Sene sonuna doğru yeni kedi alacağım, bakalım ne kadar yardımı olur? Sırada İstanbul var, sonra da onu yazacağım. El Hamra'yı şiddetle tavsiye ederim. İspanya'yı gördükten sonra İslam'ın Avrupa üzerindeki etkilerini ve bugünü de daha iyi anlıyor insan. Selam ve sevgilerimle.

    AntwortenLöschen