İNTERMEZZO

Herşey geçiştir. Herşey geçicidir. Yaşamın melodileri ara nağmeleriyle birbirine bağlanır. Yaşam bazen bağlantılarda gizlidir.

Sonntag, 3. Oktober 2010

“Lost” İçinde “Lost” olmak ve “Geri Kalmışlık”




Hep söylüyorum, şu bizim İsviçre geri kalmış bir ülke vesselam!

Dünyada yeni bir şey ortaya çıkmaya görsün. Bizimkiler burada bu yeni şeye önce bir hayli uzaktan bakarlar. Hem uzaktan, hem yüksekten. Şöyle Matterhorn’un tepesinden filan. Bu yüzden dünyada ortaya çıkmış bir yenilik, İsviçre vizesi alıp ülkeye girebilmek için bir hayli beklemek zorundadır. Örneğin cep telefonları. Burada ilk cep telefonları ortaya çıktığında, Türkiye’de çobanlar birbirleriyle cep telefonlarından haberleşmeye başlamışlardı bile. Ben de böyle bir yenilikten bir Türk arkadaşım vasıtasıyla haberdar oldum. O cebine bir telefon koymuştu ve onunla hava atmaktaydı. “Neymiş, nasılmış” derken bu arkadaşım sonuçta bana da bir tane aldırttı. O zamanlar, (aşağı yukarı onbeş sene önce) cep telefonları eski bir telefon ahizesi – yaşı yirminin altındakiler bilmez, eskiden telefon denilen, üzerinde numaralar olan bir cihaz vardı, ve bu aletin üstünden alınıp bir ucu ağıza öteki ucu kulağa tutulan ve bir kordonla asıl alete bağlı olan uzunca bir araç vardı, işte o- büyüklüğünde ve aşağı yukarı bir kilo ağırlığındaydı.

Cep telefonumu yeni aldığım sene, İsviçreli arkadaşlarımızla birlikte bir mavi gezi yapmıştık Türkiye’nin güney kıyılarında. Her biri kendi çapında birer milyoner olan arkadaşlarım, evde bıraktıkları yakınlarına telefon edebilmek için kıyıya her çıkışımızda telefon kulübelerine veya postahanelere koşarken, benim teknede, güvertede güneşlenirken telefonumu çantamdan çıkarıp İsviçre’dekilerle konuşmamı, çenesi bir hayli aşağıya düşmüş bir yüz ifadesi ile seyretmişlerdi. (Tabii sonraki günlerde hepsini cep telefonumun nimetlerinden yararlandırmak zorunda da kalmıştım, “biri yer biri bakar” sorunu olmasın diye) Şimdilerde hepsinin torunlarının bile Ipod’ları, dokunmatik cep telefonları vesaire mevcut tabii.

Ama yenilikler bu ülkeye giriş yapmakta zorlanmaya devam ediyorlar. Moda konusunda da böyledir bu. Caddelerde öyle örneğin İstanbul’da olduğu gibi modanın son yeniliklerine uygun giyinmiş kaldırımlar dolusu kadınlar, genç kızlar göremezsiniz. Gençler kot pantalon, adidas ayakkabısı ve iddiasız montları tercih ederken, orta yaşlı ve yaşlılar klasik çizgide kalırlar. Mağazalar tabii ki modanın son yeniliklerini piyasaya sürerler ama birkaç marjinal kişi dışında çoğunluk bunları tatbik etmez. Yeniliğe karşı dikkatliyiz dedik ya.

Bu durum yaşamın diğer olgularını da etkiler haliyle. Dünyanın birçok ülkesinde izlenme rekorları kıran TV dizileri de, bizde gecikme ile gösterilir. “Sex and the City” zamanında tüm dünya Carry ve arkadaşları ile yatıp kalkarken, biz ancak dergilerden öğreniyorduk olup bitenleri. Sonuçta TV yetkilileri bütün dünyayı ayağa kaldıran bir diziden İsviçre’li seyirciyi daha fazla mahrum etmekten vazgeçti de, biz de geri kalmışlıktan kurtulduk. Ama bu sefer de, başka bir bir kötü yan etkisi oldu, dizi bizde daha bitmeden, biz sonucu gazete ve dergilerden öğrenmiştik.

Geri kalmış bir ülkede yaşamanın sonuçları işte..

Ayni şey tabii ki “Lost” un da başına geldi. O yüzden de, tüm dünya artık bu diziyi neredeyse unutmuşken, biz dizinin son bölümünü ancak bu sezon izlemekteyiz.

“Lost” müthiş bir dizi. Aşağı yukarı yarım saat süren her bölümünde (ki, heyecandan gözlerimi bir saniye bile beyaz camdan ayırıp saate bakamadığımdan, bölümlerin süresinden aslında haberim yok) gerilim büyük bir ustalıkla ayakta tutuluyor. Ve bu ilk bölümden itibaren böyle. Gizemli olaylar birbirini takibediyor ve sorular sorulara yol açıyor.

Bu ada nerede örneğin? Niye bir batıp, bir ortaya çıkıyor? Neden ancak uçak düşmesi sonucu bu adaya gidilebiliyor?Nasıl oluyor da insanlar kendilerini bir o senede, bir bu senede buluyorlar? Kim kimin düşmanı, kim kimin dostu? Kim kimi neden yok etmek istiyor? Kim aslında kime aşık? Neden ölenlerin bazıları yeniden ortaya çıkıyor da bazıları ölü kalıyor? Jakob kim? Kaç yaşında bu adam- bir adamsa tabii-, nasıl olup da dizi kahramanlarının yaşamlarının her hangi bir zamanında, her hangi bir yerde karşılarına çıkabiliyor? John Locke’un fonksiyonu ne? Bilim adamları ne yapmaya çalışıyor? Ya da şu kara duman neyin nesi? Bunun gibi daha onlarca soru var cevabını arayan.

İşin güzeli, ivedilikle cevabını aradığınız bir soruyu sormayı, daha sonraki bölümde unutturuyor dizi insana. Örneğin tam aklınız, denizin ortasındaki platformda, bir havuz içinde boğulan Charly’nin yeniden ortaya çıkması, Hurley’in hasta beyninin bir hayal mahsulü mü,. -Adam hakikaten hasta mı, değil mi, o da belli değil ya- yoksa dizi, esoterik dünyasına mı adım atıyor ya da felsefeye mi dalış yaptı sorusuna takılmışken, bir sonraki bölümde öyle şeyler oluyor ki, siz yeni soruların bombardımanına uğrayıp sersemlemiş vaziyette, örneğin Ben’in Locke’u neden öldürdüğünü veya mabetteki adamların Iraklı Sayid’i - o adamlar da kim, nerden çıktılar?- ölmüşken önce diriltip, sonra neden tekrar yoketmeye çalıştıklarını merak etmeye başlıyor ve bir önceki merakınızı unutup gidiyorsunuz. İş sonuçta o hale geliyor ki, dizide sadece kişileri şöyle böyle tanıyor ama hikayenin bağlantılarını tamamen unutuyor, açıkçası ipin ucunu kaçırıyorsunuz.

Yaz tatilinden sonra son bölümü başlatırken verdikleri özeti, ipin ucunu çoktan kaçırmış olduğumdan can kulağıyla ve şükranla dinlediğim halde, iki bölüm sonra kimin nereye neden gitmiş olduğunu, kimin aslında kim olup ne yaptığını filan yine açık seçik göremez hale geldim. Hani “böl ve yönet” diye bir slogan var ya, dizinin usta senaristleri bunu “alabildiğine karıştır, şaşkına çevir ve izlet” olarak anlamışlar herhalde.

Hayır, dizinin “Science Fiction” kategorisinde olduğu dikkatimizden kaçmış değil aslında ama fiktif bir kurgunun da bir mantığı olması gerekmiyor mu acaba? Yani açıklamanın gerektiği bir yerde, olaya yeni bir bilinmeyen sokarak, meseleyi bilinmeyenlerin ping pong maçı haline getirmekle mi başarılı oluyor bir kurgu? İzlenme sayılarına ve dizinin dünyadaki başarısına bakılırsa evet. Anlaşılan izleyici insanı sersem eden bir gerilimden hoşlanıyor, mantık filan aramıyor.

Gerçi yine gazetelerden çoktan öğrendik dizinin sonunu, bütün öykü başroldeki Jack’in beyninde mi, hayalinde mi cereyan etmiş ne, işte öyle birşey. Bununla senaristler işin fena halde kolayına kaçmış oluyorlar tabii ki ama öte yandan da böyle gerilimi bol bir hikayenin sırlarını da açıklamış oluyorlar böylece.

Nasıl mı? Basit bir öykü alın elinize, öyküyü birçok bilinmeyenle öyle bir karıştırın ki, kimse neyin ne olduğunu artık bilemez hale gelsin. Çözemediğiniz bir düğümün üzerine yeni bir düğüm atın, ölüleri, yeniden dirilenleri, açıklaması olmayan güçleri de katın işin içine. Bir tutam erotik, bir hayli şiddet, bir miktar psikoloji, biraz da bilimsel kırıntı, gerisini düşünmeyin. Tek yapacağınız şey gerilimi ayakta tutmak ve izleyiciye tırnaklarını yedirmek. Mantık veya kendi içinde tamamlanan kurgu mu? Onlar da çöp sepetinde daha iyi bir gelecek için dua etsinler.

Şimdi Lost’un gösterildiği pazar akşamlarını yine iple çekiyorum. Kimin neyi neden yaptığı artık hiç önemli değil ama gerilim süper!!!

Keine Kommentare:

Kommentar veröffentlichen