Şehirlerin öyküleri vardır.
Bazı şehirleri düşündüğünüzde, onlarla ilgili öyküleri de derhal hatırlarsınız.
Örneğin Berlin ve Berlin Duvarının öyküsü. Ya da Paris ve Bastil İsyanı ve Fransız İhtilali. Londra deyince aklınıza ardarda evlendiği 6 karısından ikisini öldürten İngiliz Kralı 8.Henri veya ondokuzuncu yüzyılda hayat kadınlarını katleden “Jack the Ripper” gelmez mi? Ya da mutsuz evliliğinin ardından korkunç bir kazada hayatını kaybeden Prenses Diana?
İstanbul batılıların hayalinde Osmanlı haremlerinin görüntülerini canlandırır, New York denince ise, son zamanlarda, 11 Eylül 2001de gerçekleştirilen ikiz kulelere saldırı gelmektedir tabii akıllara.
Tabii şehirlerle ilgili hangi öykülerin anımsandığı konusu, kişilere ve bölgelere göre de değişebilir.
Amsterdam dendiğinde ise, hemen herkesin aklına, Yahudilere ikinci dünya savaşı esnasında uygulanan zulmün sembolü haline gelmiş olan Anne Frank ’ın öyküsü gelir elbette. Bu şehre gidip de, Anne Frank’ın yaşadığı ve Naziler tarafından tevkif edilinceye kadar saklandığı binayı ziyaret etmeyen yoktur.
Amsterdam günümüzde, toleransın ve kişi özgürlüğünün merkezi olarak tanınan bir şehir. Bu her dilden ve dinden insanlara karşı uygulanan tolerans her ne kadar 2 Kasım 2004’de, çektiği İslam aleyhtarı bir film yüzünden, rejisör Theo van Gogh’un bir islam fanatiği tarafından öldürülmesinden sonra bir hayli sarsılmış olsa da, şehir ziyaretçilere halen, her renkten ve ırktan insanın yanyana yaşayabildiği bir görüntü sunmakta. Theo van Gogh, dünyaca ünlü ressam Vincent van Gogh’un kardeşinin torunlarındandı.
Uzun zamandır seyahat listemde bulunan Amsterdam’ı, nihayet bu sonbahar tatilimde etraflıca gezmek fırsatını bulabildim.
Amsterdam’ın yabancılara gösterdiği tolerans çok eskilere dayanıyor. Daha 16. Yüzyılda, engizisyondan ve İspanyol zulmünden kaçan Flamanlar ve Yahudiler, bu şehirde kabul görüyorlar. Amsterdam’da hiç kimsenin inancı yüzünden takibe uğramayacağı esası hüküm sürüyor. Daha sonra, 30 yıl savaşları esnasında Almanya’dan kaçan Fransız asıllı Hugenotlar, İngiliz protestanları, Flaman sanatçılar akın akın bu şehire göç ediyorlar. Gelenler, şehrin ekonomik yönden gelişmesine ve önemli bir ticaret merkezi olmasına neden oluyorlar. Hollanda’nın eski kolonilerinden göç eden siyahi halk da şehrin çok etnili karakterini zenginleştiriyor. Gerçekten bugün de sokaklarda, her renkten ve görünüşten insana rastlamanız olağan.
Kendisine sığınanları her zaman korumuş olan Amsterdam, ikinci dünya savaşı esnasında bu geleneğini sürdüremiyor. Avrupa’nın her yerinde olduğu gibi, Hollanda’nın Yahudileri de Nazi Almanyası’nın kurbanı olmaktan kurtulamıyor. Yahudiler toplatılıyor, kamplara gönderiliyor, çalışamıyacak durumda olanlar derhal imha ediliyor, diğerleri en kötü şartlar altında çalıştırılarak kamplarda açlıktan, çeşitli hastalıklardan ölüyorlar. Savaş 8 Mayıs 1945 de Avrupa için sona erdiğinde, müttefikler Avrupa’nın çeşitli yerlerindeki toplama kamplarındaki, hayatta kalmayı başarabilmiş insanları kurtarıyorlar. Bu insanların görüntüleri, yaşadığımız bu günlere kadar, tüm dünyanın kanını donduracak nitelikte. İnsanlıktan çıkmış, kendilerine yöneltilen objektiflere boş gözlerle bakan, derileri kemiklerine yapışmış insan kalıntıları!
Anne Frank’ın babası Otto Frank, 1942 de, Hollanda’daki Yahudilerin toplanması hızlandığında, kendisine ait olan işyerinin bulunduğu binanın üzerindeki bölümde ailesi ile birlikte saklanmayı akıl ediyor. İşleri devrettiği müdür ve iki kadın çalışanın saklananlardan haberi var ve bu kişiler, sürekli olarak saklananların yiyecek, giyecek ve başka ihtiyaçlarını sağlıyorlar. Elbette bunu yaparken kendi yaşamlarını da tehlikeye atıyorlar. Aile dışarıya karşı Hollanda’yı terkettiği söylentisini yayıyor. Büroyu arka bölümlere bağlayan daracık merdivenin önüne yaptırılan ağır döner kitaplık, bu gizli geçidi gözlerden saklıyor. Bu geçidin arkasındaki iki katta, Otto Frank, karısı, kızları Anne ve Margot ve tanıdıkları olan Hermann van Pels , karısı ve oğulları Peter ve sonradan kendilerine katılan Fritz Pfeffer olmak üzere tam 8 kişi, 6 Temmuz 1942 den, tutuklandıkları 8 Ağustos 1944 e kadar herkesten gizli bir yaşam sürdürebiliyorlar..
Tüm pencerelerde siyah perdeler gerili. Gündüzleri odalarda dolaşmaları, tuvalete gitmeleri bile yasak. Yapacakları herhangi bir gürültü, aşağıdaki bürolarda veya depoda çalışanlar tarafından işitilebilir. Geceleri ancak belli bir saatten sonra ve ancak belli yerlerde ışık yakabiliyorlar. Yine belli saatlerde radyo dinleyerek, savaşın durumunu takibediyor ve ne zaman özgürlüklerine kavuşabileceklerini kestirmeye çalışıyorlar. Tabii her gürültüde yürekleri ağızlarına gelerek, her gün ve her gece, her saat, her dakika yakalanmanın korkusunu iliklerinde hissederek.
Orada olup bitenleri ailenin küçük kızı Anne’dan öğreniyoruz. Çünkü 12 yaşında iken saklanmaya başlamış olan Anne günlük tutuyor ve olup biten herşeyi, o yaştaki bir çocuktan beklenmeyecek bir akıcılık ve ustalıkla not ediyor. Bu notlarda hapis yaşamanın sıkıntısı, gök yüzünü görememenin, açık havaya çıkıp her çocuk gibi koşup oynayamamanın, arkadaşlarından ayrılmış olmanın üzüntüsü var, büyüklerle dipdibe yaşamaya mahkum olmuş bir ergenin isyanları var, herşeye rağmen gencecik bir hayatın geleceğe karşı duyduğu ümit ve heves var, daracık odalarda üstüste yaşayan insanların iflas eden sinirlerinin sebep olduğu kişisel çatışmalar var, yakalanmanın ve ölümün soğuk pençesini her an ensesinde hissetmenin nefes kesen korkusu var. Anne Frank’ın günlüğü, o zamanlarda ayni şeyleri yaşamaya mecbur kalmış milyonlarca Yahudinin duygularına, çektiklerine, feci kaderlerine ayna tutan emsalsiz bir belge.
Özellikle bu belgeyi okuduktan sonra, o binaya girmek, o döner kitaplığın arkasındaki dar merdivenlerden tırmanıp, her birinde en az iki insanın dipdibe uyumak ve her an keşfedilmek korkusuyla adeta kıpırdamadan yaşamak zorunda kaldığı o daracık karanlık odalarda dolaşmak,orada yaşanmış olan olaylardan neredeyse 60 sene sonra bugün bile, insanı sonsuz etkileyen bir deneyim. İnsanın insana ne kötülükler yapmaya muktedir olduğunun elle tutulur bir şahidi, yakın tarihin acılarının inkar edilemez bir abidesi.
Anne Frank Haus
Anne Frank ve o binada saklanan diğer 7 insan, kim olduğu öğrenilemeyen birinin 4 Mayıs 1944 de yaptığı ihbarla, Gestapo tarafından tutuklanıyorlar. Her biri başka bir toplama kampına gönderiliyor. Savaş bittiğinde hayatta kalmış olan sadece Anne Frank’ın babası Otto Frank’tır. Diğerleri kamplarda ya gaz odalarında, veya yakalandıkları hastalıklar yüzünden can verirler. Anne Frank, Bergen-Belsen kampında, henüz 14 yaşındayken, savaşın sona ermesinden sadece iki ay önce tifüs hastalığından ölmüştür. Baba Otto Frank Amsterdam’a geri döndüğünde kızının günlüğünü bulur ve 1947 de onu yayımlatmaya karar verir. Kitap derhal meşhur olur ve 65 dünya diline tercüme edilir. 1960 senesinden beri de, saklandıkları bina, dünyanın dört köşesinden gelen, yılda bir milyonu aşkın insan tarafından müze olarak ziyaret edilmektedir.
Amsterdam bugün bir müzeler şehri. Dünyaca ünlü Hollandalı ressamların, Rembrandt ve Vincent van Gogh’un resimlerinin sergilendiği müzelerin yanısıra, elmas müzesinden uyuşturucu ve erotik müzelerine kadar görülebilecek onlarca müze mevcut şehirde. Yapay olarak inşa edilmiş kanallarda gemiyle yapılacak turlar, şehri sudan görmek ve böylece en güzel görüntüleri yakalamak imkanını veriyor. Amsterdam’ı Amsterdam yapan şey de hiç şüphesiz kanallar boyunca uzanan binalarının cepheleri. Her zaman şehrin soylularının ve nüfuzlu kişilerinin oturmuş olduğu bu binaların cepheleri 4 yüzyılın izlerini taşıyor. Özellikle damlarının çeşitliliği, şehrin simgesi durumunda. Genelde dar yüzlü yüksek binaların damları, merdiven tipi, gaga tipi, çan tipi vesaire şeklinde isimlendirilmiş. Tüm şehir orta çağda tahta kalaslar üzerine inşa edilmiş ama bunların yer yer çökme tehlikesi göstermesiyle, sonuçta hepsi beton ve çelikle değiştirilmiş.
Şehrin “Kırmızı Işık” mahallesini, yani hayat kadınlarının yaşadığı bölgeyi , Amsterdam’ın “İngiliz Bahçesi” olarak tanımlanan “Vondelpark” ı ve kırmızı tuğladan yapılmış evleriyle eski işçi mahallesi, şimdiki sanatçı muhiti “Jordaan”ı da gördünüzse, bir hayli Amsterdam görmüşsünüz demektir.
Amsterdam ayrıca bir bisiklet şehri. Bisiklet sürücüleri trafikte, tüm şehri saran kendilerine ayrılmış olan yollar üzerinde sonsuz özgürlükle hareket ediyorlar. Şehri gezmekte olan şaşkın bir turist için her zaman bisiklet yolunun nereden geçtiği, nerede bisikletlilerin kaldırımlardan devam ettiği her zaman tam anlaşılır olmadığından, hızla gelen bisikletlerin önünden can havliyle kaçabilmek de, turist becerilerine dahil olmalı. Şehrin her yanında yüzlerce, binlerce bisikletin park edildiği alanlar var, hele limandaki dört katlı devasa bisiklet otoparkı her yerde bulunmayan birşey.
Şehrin özelliklerinden biri de yüzen evleri. Kanallar boyunca kıyılara kondurulmuş bu evlerde oturabilmenin koşulları var. Hepsinin sayısı belli ve fiatları ve kiraları da hayli tuzlu. En moderninden, en geleneksel olanına kadar, pencerelerinden çiçekler sarkan, sahiplerinin yaz kış içinde oturduğu bu evlerde yaşamak nasıldır bilemem ama, görünüşleri gerçekten güzel .
Uyuşturucu cenneti olarak bilinen Amsterdam’da, uyuşturucu alım-satımı şimdilerde biraz kontrol altına alınmışsa da, şehir yine de Avrupa’nın bu konudaki en serbest bölgesi. Ama canınız kahve veya çay içmek istiyorsa, üzerinde Cofeeshop yazan bir yere girmeyin sakın. Çünkü buralarda sınırlı miktarlarda Marihuana ve haşhaş içiliyor. Hatta buralardaki kek ve pastaların içinde bile uyuşturucu var.
Bir kere de artık hemen her büyük şehirde bulunan iki katlı kırmızı şehir turu otobüsleriyle şehri dolaşmak, bu işi benim gibi gezinizin sonunda yaparsanız, gördüğünüz şeyleri yerli yerine oturtmaya yarıyor. Gezi başında, yani önceden yaparsanız, görmek istediğiniz şeyleri önceden planlamanıza faydası olur tabii ki.
Daha anlatacak çok şey var ama, kısacası görülmeye değer bir şehir Amsterdam diyerek bitirelim yazıyı.
evet, kesinlikle deger ..
AntwortenLöschenAyni fikirde olduğumuza sevindim.Yorumunuza teşekkür ederim.
AntwortenLöschen