İNTERMEZZO

Herşey geçiştir. Herşey geçicidir. Yaşamın melodileri ara nağmeleriyle birbirine bağlanır. Yaşam bazen bağlantılarda gizlidir.

Sonntag, 6. Januar 2013

Blog mu Yazalım, Kitap mı?



Yazmaya gönül vermiş kişilerin yüreğinde, her zaman bir kitap yatar. Yani, yazdıklarını bir kitap halinde bastırmak.

Ya da en azından bu, şimdiye kadar böyleydi.

Düşündüklerini, bildiklerini, derlediklerini, araştırdıklarını, biriktirdiklerini; kağıda, matbaaya, yayınevine filan ihtiyaç duymadan okurlara ulaştırmak olgusu ise, son birkaç senenin ürünü.

İnternet sağolsun.


Kitap çıkarmış olan veya bastırma aşamasında olan kişilerin deneyimlerini, blog yazılarından zaman zaman okumaktayız. Bu işlemin, özellikle kişinin kendi çabası ile gerçekleşmekte ise, işin maddi yönünü cepten bizzat karşılamak yanında, çok zaman ve uğraş gerektirdiğini de yine bu kişilerden öğrenmekteyiz. Sonucun yazarı memnun edip etmediği de tartışılır. Raflarda bekleyip tozlanan ya da evin bir odasında istiflenen kitaplar, hiçbir yazarın rüyası değildir. Manuskriptin bir yayınevi tarafından programa alınması ve basım, dağıtım ve satış işlemlerinin bir anlaşmaya bağlanması elbet ki daha iyi bir çözüm ama bir yayınevine, programına almak üzere eser beğendirmenin kolay bir iş olmadığı da ortada. Kitabınızı, parasal yanını siz üstlenmeden basacak bir yayınevi bulsanız bile, bu da kitapları satılan bir yazar olabilmek için bir garanti değil.

Türkiye İstatistik Kurumunun verilerine göre, 2010 yılında Türkiye’de 34.000 üzerinde ve 2011 yılında da 39.000 üzerinde kitap basılmış. 2011 yılındaki rakamın %35.9 unun konusu edebiyat ve retorikmiş. Almanya’da bu rakam yıllık ortalama 100.000 civarında. En çok kitap basılan ülkelerin başında ise İngiltere geliyor.

Her sene çeşitli şehirlerde yapılan kitap fuarlarında, standlar yeni çıkan kitaplar altında yıkılıyor. Bu muazzam pazarda kendine bir yer bulabilmek, yeni başlayan bir yazar için mucize sınırlarında bir eylem.

Peki ne tarz kitaplar satıyor?

Avrupa’daki okuyucu profili, en çok satanlar listesine son senelerde, hep tanınmış krimi yazarlarının romanlarının, ya da “Harry Potter” vari masalsı öykülerin girdiğini gösteriyor. Burada bir parantez açıp, modern yaşamın getirdiklerinden bunalmış günümüz ademoğlu ya da kızının, fantastik veya adrenalini yüksek dünyalarda teselli aramasının rol oynadığını söyleyebiliriz belki. Okunan kitaplar arasında, çeşitli alanlarda tanınmış insanların yaşam öyküleri de yer alıyor. Örneğin Bill Clinton’ın ya da Grace Kelly’nin biyografileri gibi. Son senelerde tavan yapmış bir tür de, tarihi romanlar. Tarihe ne kadar uyduğu tartışılır cinsten olan bu tarz romanlarda, yazarın fantezisine sınır yok. Alıyorsunuz elinize her hangi bir tarihi dönemi ve tarihi bir şahsı, ondan sonrası kaleminizin insafına kalmış, tarihi şahsı gönlünüzün dilediği olaylar içinden geçiriyor, ona hayatında hiç karşılaşmamış olduğu sevgililerle aşklar yaşatıyor hatta işin içine tamamen hayali kahramanlar da karıştırabiliyorsunuz. Zevkle okunuyor bu romanlar, ayrıca kimse çıkıp, “ecdadımız bunları yaşamadı” da demiyor.

Kendisini sattıracak bir kitap yazmanın başka bir yolu da, yazarının daha önceden herhangi bir alanda ün sahibi olması. Filanca aktörün, falanca şarkıcının, filanca futbolcunun ya da filanca gurmenin yaşadıklarından veya yaşamadıklarından derleyip yazdığı veya büyük ihtimalde bir Ghostwriter’a ( para karşılığında, kişinin kendisiymiş gibi yazan profesyonel bir yazar) yazdırttığı kitap da kitlelerin ilgisini derhal çekiyor. Bu konuya örnek olarak, rüşvet skandali yüzünden görevinden ayrılmak zorunda kalan eski Alman Cumhurbaşkanı Christian Wulff’un karısı Bettina Wulff’un ya da eski futbolcü Lothar Matthaeus’un kitabı gösterilebilir.

Tabii ki, hiç kimsenin aklına gelmemiş bir konuda çarpıcı birşeyler yazarak yayınevlerinin ilgisini çekmek de her zaman mümkün ama bu en zor yol.

Bu yazdıklarım, insanların kitap okuduğu; evde her boş anında, trende, otobüste, tatilde elinden kitap düşürmediği, her vesile ile birbirine kitap hediye ettiği ülkeler için geçerli. Kitabın az okunduğu ülkelerde bir kitap yazmaya kalkışmak, daha da zor bir iş haliyle.

Günümüzde insanların kitap okuyacak zamanlarının gitgide kıtlaşmış olduğu da düşünülürse, sıradan bir kitap yazarı olarak, yazar gökyüzünde parlayabilmek hayalinin, büyük ihtimalde hayal olarak kalacağı da hazin bir şekilde ortaya çıkmış olur.

Bu noktada, yazmaya gönül vermişlerin umutlarını bağladığı kurtarıcı,  haliyle İnternet.
İnternet yaygınlaşmaya başladığında, bunun yazı ve haberleşme konusunda bir devrim yaratacağı, kağıdın papucunun dama atılacağı, artık herkesin herşeyi İnternet’ten okuyacağı iddia edilmişti, bilirsiniz. Devrim olmasına oldu, sonuçta birçoklarımız İnternet bağımlısı haline geldik, haberleri ve dünyayı İnternet’ten takibettiğimiz gibi, sosyal yaşamımızı bile taşıdık beyaz cama. Ama bütün bunlar kağıdı tamamiyle ortadan kaldırmadı şimdiye kadar. Elbet ki kağıda bağlı koskoca bir endüstri ve ondan ekmek yiyenler de var ve onlar meydanı kolay kolay bu yeni rakibe bırakmıyorlar. Sonuçta herşey iki kaideli hale geldi, gazetelerin, dergilerin, kitapların, tüm yazılı basının bir ayağı kağıt üzerinde, diğer ayağı İnternet’te. Bütün bu kuruluşlar, okuyucu hangi alanda kendisini rahat hissediyorsa, o alanda var olmaya ve başa baş at koşturmaya gayret ediyorlar. Haberleri İnter’netten okuyan birinin, ayni gazetenin kağıt baskısını da almayacağı aşikar olduğundan, basın kuruluşları bir yerde, tabiri caizse kendi kendilerinin İnternet sayfalarıyla da rekabet halindeler. Bazı basın bunu, İnternet sayfalarını da yalnızca paralı aboneye açarak aşmaya çalışıyor. Bu takdirde de, alanı parasız olarak hizmete sunan rakiplerine karşı eli zayıf kalıyor.

Ama bir yandan da, başta söylenen kehanet, yavaş yavaş gerçekleşiyor.

Son senelerde tüm dünyada gazetelerin kitle halinde ölümünün başladığından söz ediliyor.  Yalnızca ABD’de, aralarında “L.A.Times” ve “Chicago Tribune”ın de bulunduğu, kapanan gazete sayısı tam 14. Almanya’da bu sene “Frankfurter Rundschau” ve “Finanziell Times Deutschland” perdelerini kapattılar. Fransa’da “La Tribune” kapandı. İspanya’da “El Pais” can çekişiyor. Tüm Avrupa’da birçok gazete maddi sorunlarla boğuşuyor ve çareyi işçi çıkarmakta buluyor. (Kaynak: Zeit Online)

İki ayrı kaide üzerinde yaşamaya çalışan yalnızca gazeteler değil. Kitap dünyası da ayni cambazlığı sürdürmeye uğraşıyor. Bastıkları kitapların tümünü, kağıt haliyle satamayan yayınevleri, onları e-kitap haline getirip, çok daha ucuz bir fiatla İnternet adreslerinde okuyucuya sunuyorlar. Özellikle yaşı genç okurlar arasında e-kitap, bir orman yangını gibi hızla yayılmakta.

Bu arada bazı Internet kitap firmaları, yazdıklarını henüz kitap halinde bastıramamış yazarlara da yeni bir hizmet sunuyor: Kitabınızın, sizin tarafınızdan düzenlenerek e-kitap halinde doğrudan okuyucuya ulaştırılması.  İşin teknik yönünden biraz anlıyorsanız, kitabınızı birkaç saatlik bir çalışma sonunda istenen formata getirip, kendi tesbit ettiğiniz bir fiatla satışa çıkarabiliyorsunuz. Yayınevi yok, bir sürü para bağlamak zorunluluğu yok, beklemek yok, baskı yok, dağıtım yok. Yalnızca, size bu olanağı tanıyan platforma satıştan belli bir yüzde veriyorsunuz. E-kitabınızın okunması konusundaki şart, basılması halindeki şartla ayni: Okuyucuyu saran birşeyler yazmışsanız, e-kitap olarak da satılıp okunuyor. (Türkiye’de bildiğim kadarıyla henüz böyle bir hizmet nedense yok.)

Bütün bunları irdeledikten sonra elbette ki, blog yazmakla, herhangi bir kitap yazmanın birbirinden çok farklı şeyler olduğuna da değinmek gerek.

Kitap, ele aldığınız konuya ve yazdığınız türe göre, uzun vadeli bir çalışma gerektiren, sabır, azim isteyen bir uğraş. Kağıt üzerinde olduğundan, nerede kaldığı ayrı bir sorun olmakla birlikte, kalıcı.

Blog gündelik bir çalışma, güncel olmalı, kısa ve öz olmalı, çarpıcı olmalı vesaire. O da kalıcı ama başka bir ortamda. Ve tabii bulunduğu ortam, şimdiye kadar bazı blog sitelerinin kapatıldığı gibi, kapatılmazsa. Öyle de olsa, isim yapmış bir blog yazarının, kendi İnternet sitesiyle okuyucusuna ulaşmaya devam edebilmesi olanağı var. Ayrıca bloğun, vakti veya sabrı kıt olan okura, çabuk birşeyler ulaştırması açısından da bir artısı var.

Konu daha uzun, tartışılacak çok yönü de var. Blog mümkün olduğunca kısa olmalı kuralına uymaya çalışarak şimdilik bitirelim.

İnternet’in basılı yayın dünyasının saltanatını temellerinden sallamakta olduğu olgusu, bir gerçek.

Ayağını hangi kaide üzerine koymak isteyeceği de, bu şartlar altında, artık herkesin kendi bileceği bir şey.

Blog mu yazarız artık, yoksa kitap mı, tabii ki sonuçlarını da göze alarak, paşa gönlümüze kalmış yani.

Not: Yazıyı yazdıktan sonra öğrendiğime göre Türkiye’de de isteyene e-kitap düzenleyip satma olanağı sağlayan firmalar varmış.





Keine Kommentare:

Kommentar veröffentlichen