İNTERMEZZO

Herşey geçiştir. Herşey geçicidir. Yaşamın melodileri ara nağmeleriyle birbirine bağlanır. Yaşam bazen bağlantılarda gizlidir.

Samstag, 3. September 2011

Türk, Avrupa'lı ve Şarkılar




Uzun yıllardır yurt dışında yaşayan biri olarak, adım başında aklıma takılmış olan bir soru vardır.

Hemen her vesileyle, kendi karşılaştığım veya çevremdeki insanların başına gelmiş olan olaylarda, kendimi bu sorunun çözümünü ararken yakalarım.

Sorunun cevabını hep ararım ama kesin verilmiş bir cevap bulmuşluğum da şimdiye kadar olmamıştır. Ancak çeşitli ara çözümler, kısmi cevaplar bulurum tabii.

Ne midir o hep kafamı kurcalayan soru?

Anlatmaya çalışayım: Efendim, nedir acaba şu “mantalite farkı” denilen şey? Örneğin, her hangi bir olay karşısında, neden bir Türk şöyle düşünür ve hareket eder de, bir Avrupa’lı veya bir Çin’li böyle düşünür ve hareket eder?

Tabii ki bu sorunun, kültür farkı, yetişme tarzı, toplum değerleri vesaire vesaire gibi bilinen genel açıklamaları vardır ama bütün bu açıklamalar, “mantalite farkı” denen o çok komplike fenomeni bütün ayrıntıları ile açıklamaya yine de yetmez. Çünkü bu farklılığı yaratan binlerce faktör arasında, iklim, coğrafi şartlar, beslenme, hatta genlerin yapısı gibi, bir yanda doğal çevrenin etkilerinden, diğer yandan da biyolojik mirasın sonuçlarından kaynaklanan bir sürü karmaşık öge de bulunur.

Haydi fazla uzağa gitmeyelim de, bir Avrupa‘lı ve bir Türk ile yetinelim. Tabii Avrupalı derken, bu kıtada yaşayan her bir insanın tornadan çıkmış gibi birbirinin ayni olduğunu düşünmüyoruz. Onların da elbette bir ülkeden diğerine, hatta ayni ülke içinde bölgeden bölgeye göre, birbirlerinden muazzam farkları vardır. Ama bir Türk‘ün mantalitesi ile karşılaştırıldığında, onların birbirlerinden olan farklılıkları hızla küçülüp yokoluyor ve hepsi sanki ayni kaba dökülüp homojen hale geliyorlar ve farklılık kendisini Avrupalı’ya göre Türk olarak ifade ediyor.

Bu soru üzerinde ciddi ciddi düşünebilir, kitaplar karıştırabilir, önceden yazılmış çizilmiş olanları anlamaya çalışabilir ama kendinizi bir türlü istediğiniz gibi “kavramış” hissedemezsiniz.

Ama bazen de, yaşamın içinde bir yerlerde, sorunun cevabına, birden “nirvana” ya ulaşıp da aydınlanmış gibi elinizi uzatsanız tutacakmışcasına yaklaştığınızı farkedersiniz.

Geçen sabah bana da işte aynen öyle oldu.

Efendim, evde yalnızdım ve tek başıma kahvaltımı ederken, fırsattan istifade, her zaman yapamadığım bir şeyi yapmak istedim ve uydu antenden yakaladığım bir Türk radyo istasyonundan Türk pop şarkıları dinlemeye koyuldum.

Radyo istasyonu kendisini aşk şarkıları radyosu olarak tanıtıyordu ve peşpeşe bu tarz şarkılar çalıyordu.

Eski sevgilisini seneler sonra tesadüfen gören aşığın tazelenmiş acısı, sevgilisini terketmeye hazırlanan bir genç kadının vedası, başka bir aşığın aşk üzerine düşünceleri vesaire vesaire. Kahvaltıdan sonra, çeşitli ev işleriyle meşgul olurken de radyoyu açık bıraktığımdan, yaklaşık bir saat kadar sonra, dışarıda pırıl pırıl parlayan güneşe ve güzel yaz gününe rağmen, boğazıma kadar hüzne batmış olduğumu ve gırtlağıma düğümlerin, gözlerime yaşların dizildiğini dehşetle farkettim.

İlk düşüncem, “Aman Yarabbi, bunlar ne kadar kapkara, ne kadar ağlamaklı, ne kadar umutsuz şarkılar böyle!” oldu. Üstelik bu dinlediklerim, yöresel ezgiler değil, düpedüz batı anlayışıyla bestelenmiş müziklerdi.

Sonra da bunun neden böyle olduğu üzerine kafa yormaya çalıştım. Neden bu kadar ağır bir hüzün, hatta keder vardı bu şarkılarda? Türk yapısı, neden kederin dibine kadar batmayı seviyordu? Yalnız şarkılarda mı? Örneğin TV dizileri. Aile dramları, aşk felaketleri, göz yaşları ve yine göz yaşları ve böyle dizilerin reytinginin tavan yapması. Veya gündelik yaşamda, aile içi veya aileler arası veya kişiler arası ilişkilerde, en küçük meselelerin bile dram haline getirilişi, göz yaşları ve yine göz yaşları.

Ama öte yandan, madalyonun diğer yüzü de var. Yine ayni Türk yapısı, son derece ciddiye alınması gereken konularda da, şu bilinen “ bize birşey olmaz” düşüncesiyle hareket ediyor, başka bir mantalitenin esaslı biçimde sıkıntıya düşeceği bir noktada, en genişinden bir tebessümle boşveriyor en ciddi durumlarda bile. Yaptığı işi şarkılarla türkülerle ifa ediyor, en küçük fırsatta çalıp oynamaya başlıyor. Gündelik ilişkilerde, konuşmalarda herşeyi matrağa alma eğilimi, yalnızca gelişme çağındaki gençlerin alışkanlığı değil.

Bir yanda hüznün, kederin dipsiz kuyusu, öte yanda hemen herşeyi hafife almanın, herşeye boşvermenin rahatlatan hafifliği.

Bu iki kutup arasında sürekli gidip gelmek, ayni zamanda bu iki kutbun birbirini nötralize etmesini sağlıyor, yani kederin diplerinden kişiyi, herşeyi hafife alan ruh hali çıkarıyor veya tersine; havalanıp uçmakta olan kişiyi realiteden tamamen kopup kaybolmaktan, bir an sonra kendiliğinden ortaya çıkacak olan keder eğilimi, tekrar paçalarından tutarak aşağıya çekiyor olmasın sakın?

Mekanizmanın gerçekten de böyle işliyor olabileceği ihtimali, bir anda Türk yapısının ve mantalitesinin, hiç değilse küçücük bir ayrıntısını kavrayabilmiş olmanın olasılığı, işte o anda içimde bir “nirvana” hissinin doğmasına yol açıverdi. Bunu düşündüğümde, az daha “Eureka” diye bağırarak sokağa fırlayacaktım.

Bu düşünceye erişmiş olmak, gelecekte karşıma çıkan olaylarda, neden bir Türk’ün böyle, ama bir Avrupalı’nın şöyle davrandığını anlamama yardımcı olacak mı, şimdiden birşey söylemek mümkün değil ama, en azından bunu anlamaya çalışırken, bir anda kederlenip ağlarken, onu takibeden anda herşeye boşverip havalanan bir yapıyı gözümün önüne getirmemin, bazı şeyleri daha kolaylaştıracağını kuvvetle tahmin ediyorum.

Olmazsa da, bunu anlamaya çalışmak için nasıl olsa daha bir ömrün sonuna kadar vakit var.







Keine Kommentare:

Kommentar veröffentlichen